29 Ekim 2007 Pazartesi

Renklerin Dansı Fas

"Play it, Sam. As time goes by" bugüne kadar seyrettiğim sayısız filme rağmen günün hangi saati ve filmin hangi karesi olursa olsun hiç düşünmeden izlemeye başladığım (Kanal 6 bazen sabaha karşı yayınlardı) Rick ve Elsa'nın hüzünlü, garip, hırçın, umutsuz... aşkının yaşandığı Casablanca'ya doğru uçtum. Havaalanına inince 4,5 saat süren yolculuğu bile unuttum. Hava yağmurluydu ve Elsa'yı kandırıp ABDye yollayan Rick trençkotunun yakasını kaldırmış, elleri cebinde, şapkası ve ağzında sigarasıyla her an bir köşeden çıkacak gibiydi. Ama film Abd’de, Florida’da çekilmişti.
Bir cumartesi günü14 ocak 2006 saat 15.10 da (30 dk. rötar yapınca 15.40da) Fas'a uçtummmmm.
Fas neydi benim için?
Baharat kokusuyla baş dönmesi mi? Neredeyse reçel kıvamındaki şekerli nane çayı mı? Belgesellerde izlediğim Krallıkla yönetilen ama bir o kadar da fakir ülke mi? Renkler mi? Duvarlar mı? Kapıların ve pencerelerin arkasında saklanmış hayatlar mı? Yeni bir ülke ve insanlar keşfetmek mi? Karla kaplı Atlas Dağlarındaki Berberiler mi? Çok kısa zaman aralarıyla hem ihtişamı hem de yüzleri kavruk fakir insanları yaşamak mı?
Hepsi mi yada aşkın peşinden gidiş mi?
Fas hakkında kısaca bilgi…
Resmi adı: Mağrib Krallığı. "el-Mağribu'l-Aksa (Uzak Batı)" Al Mamlakat al-Maghribiyah Yönetim şekli Meşruti Monarşi. Başkenti Rabat. 2 Mart 1956da Fransa’dan bağımsızlığını kazanan Fas’ın şu anki Kralı VI.Muhammed. Fas nüfusunun % 55'ini Araplar oluşturmaktadır. Arapların % 98 i Müslüman. İkinci etnik grup olan Berberilerin oranı % 34'tür. Berberiler Kuzeybatı ve Batı Afrika ülkelerine yayılmış bir topluluk. Berberiler bu bölgenin yerlileri olarak bilinir. Bütün Berberilerin anladığı ortak bir dil yok. Berberi lehçeleri içinde sadece Tuareg lehçesinin yazısı var. Berberiler kendilerine İmazighen derler. Berberi isminin Avrupalılar tarafından bu halka verilmiş olduğu ve barbar kelimesinden geldiği söyleniyor. Tümü Müslüman olan Berberiler arasında kabile hiyerarşisi halen devam ediyor. Üçüncü sırada gelenler % 10'luk orana sahip olan Moorlar. Kalan nüfusu da İspanyollar başta olmak üzere Avrupalı hristiyan ve yahudi azınlık oluşturmakta.
Fas ekonomisi daha çok tarıma, madenciliğe ve turizm gelirlerine dayanıyor ve en önemli gelir kaynaklarından biri fosfat. Fosfat rezervi bakımından dünyada birinci sıradalarmış.
İlköğretim mecburi ve parasız. Resmi okulların yanı sıra çok sayıda Kur'an ve din eğitimi veren medrese ve kurslar bulunmakta. Bunun yanı sıra resmi okullarda da Kur'an dersleri verilmekte.
Otele yerleşip yemeğimizi yedik daha doğrusu alışık olmadığımız bol baharatlı, yemekleri yemeye çalışıp meyveyle karın doyuramayınca Mc Donaldsa gittik. Biraz sokaklarda dolaşıp, otele döndük. Bu arada dolaşırken bir düğüne rastlayanları kıskanmadım dersem yalan olur :)
2. gün Casablanca yada ed-Dâru'l-Beyza. Saat 09.00da hareketle, dünyanın ikinci büyük camisine, Hasan II (Kral 2. Hasan'ın ismini taşıyor) Camii'ne gittik. Namaz vakti olmadığından içine giremedik. Göz kamaştırıcı olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Dünyanın parasının orada durduğu söyleniyor. Telaffuz edilen rakamları telaffuz edemeyeceğim. Namaz kılınan yer Atlas Okyanusunun üzerinde yapılmış. Tonlarca gümüş kullanılmış ihtişamlı kapılarda. Mermer zemin ve sütunlar, onlarca kapı büyülüyor insanı. Çatısı da açılıyormuş. Gruptan henüz kimse birbirini tanımadığı için beni Faslı sanıp, El Magribi? diye soranlar oldu :) Fotoğraf çekerken bir çiftle tanıştım. Bana seslendiler ve ayak üstü biraz lafladık. Uçakta görmüşler beni. El ele atlayıp gelmişler buraya. Fotoğraf çekip, farklı bir kültür peşinde koşan sevimli bir karı koca. Belki başka bir şehirde karşılaşırız umuduyla birbirimize iyi günler ve güzel bir tatil dileyerek ayrıldık. Şehrin beyaz sokaklarından ve okyanus kenarından ilerleyip Korniş denilen yere ulaşıyorsunuz. Sabah koşusu yapan Fas'ın kalbur üstü insanlarıyla selamlaşıp, duvar tırmanışı yapan bir adamı yüzünden de görmek için yürümeye devam ettim. Reklam filminden fırlamış gibi bembeyaz dişlerle bana gülümsedi ve seksi fransızcasıyla günaydın diye seslendi. El sallayıp fotoğrafını çekmeme de izin verdi :) Büyük Pazar yeri, Habous Meydanı ve Birleşmiş Milletler meydanını gezip Beyaz Casablanca sokaklarının tadını çıkardık. Fas’ta her şehrin bir rengi var. Casablanca’ya beyazı vermişler. Hafta sonu olduğu için her yer kapalıydı ve insanlar sokaklara atmıştı kendini. Kuşların peşinde koşturup duran çocuklar, yerel kostümleriyle( kırmızı ağırlıklı kıyafette Meksikalıların şapkasına benzeyen başlık kullanıyorlar) su satan ve foto çektirip para alanlar, ıvır zıvır işportacıları, sevgilisinin elinden tutup dolaşanlar ve ben... İnsanlara bakıp onlarca hikayenin ortasında olmanın keyfini çıkardım. Rabat'a, başkente giderken, okyanus kenarında bir restorantta öğle yemeği molası verdik. İsmini bilmediğim okyanus balığı, kalamar, karides ve salatadan oluşan leziz yemek ve üzerine reçel soslu kremalı bir tatlı. 140 dirhams ve 10 dirhams de tiple 15 euro civarı bir paraya karnınızı doyurmuş oluyorsunuz. Okyanus keyfi ne kadar eder ben fiyat biçemem. Okyanus ve çatıda dolaşan bir köpek( kediye alışınca tuhaf geliyor) fotoğrafıyla yemeği bitirdim. Rabatta bizi Kraliyet Sarayı bekliyordu. Kuveyt Prensinin vefat ettiğini ve bayrakların bu yüzden yarıya indirildiğini öğrendik. Saray avlusunda muhafız alayını fotoğraflayıp, V. Muhammed’in anıt kabrine hareket ettik. Vietnamlı mimar Von Toan tarafından çizilmiş, 10 yılda tamamlanmış. Aslında bitmiş değil. Hala avluda yarım kalmış sütunları görüyorsunuz. Mozelenin içinde Kuran-ı Kerim okunuyor ve mezarın etrafı bayraklarla çevrili. Müştemilat olduğunu düşündüğüm yerler dahi çinilerle kaplanmıştı. Bu arada bayrak törenine yetişmeyi de başardık. Fas bayrağı, kırmızı zemin üzerine yeşil beş köşeli Davut yıldızı olarak hazırlanmış. Kırmızı kanı, yeşil umudu simgeliyor. Her sabah 8de ve akşam 17de yapılıyormuş ve sadece turistlerin değil halkın ilgisi de fazlaydı. Bismillah diyerek yarıya inmiş bayrak toplandı ve atlı askerler eşliğinde götürüldü. Boncuk gözlü 1,5 yaşındaki Enes dedesi ve annesiyle gelmişti töreni seyretmeye.
Rabat kalesine doğru yola çıktık. Biraz çarşıda dolaşıp kale içinde fotoğraf çektim. Gün akşama dönmüş, ayaklarımıza da bir yorgunluk çökmeye başlamıştı. Yarın sabah erken kalkacağımız için bir an önce otele gidip dinlenme vakti gelmişti.
Tavus kuşu nasıl kazma oldu? :) Rabatta yerel rehberlerimizden Muhammed rehberle sohbet ediyorduk otelin barında. Ertesi günkü program konuşuluyordu ve Fes’in tarihi hakkında kısaca bilgileniyordum. Fes şehri yapılırken çalışan işçiler altın bir pickaxe (kazma) (kazma Arapça fes demek şehrin ismi buradan geliyor.)buluyorlar, ama Muhammed rehberin hızlı konuşmasından biz onu peacock (tavus kuşu) anladık. Ooooo bir sürü altın tavus kuşu derken altın kazma olduğu ortaya çıktı.
3. Gün Volubilis antik kenti, Meknes ve Fez’e varış.
2,5 saat süren bir yolculuk sonunda 11.30da antik Roma kenti Volubilis’e ulaştık. Yerel rehberimiz bizi bekliyordu boncuk mavi gözleri ve cellabasıyla ki ülkedeki herkes cellaba denilen kapüşonlu kaftan benzeri bir elbise giyiyor ve bu cellabanın rengi geldikleri bölgeyi, ait oldukları topluluğu, mali durumlarını vb. ifade edermiş. Binlerce yılın izleri, salon mozaikleri, hamamlar, sütunlar, yollar hiç korunmadan tertemiz karşımıza çıkınca şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Göçmen kuşların yuvaları binlerce yıllık sütunlarda ironik duruyordu. Hayat devam ediyordu ve akıp gidiyordu. Meknes’e gidiş yolumuzun üzerinde, yeşil çatılarıyla ünlü olan ve Molla İdris’in de türbesinin bulunduğu kasabayı ziyaret ettik. Molla İdris, Hz.Peygamberin sülalesinden geliyor ve Fas’a Müslümanlığı getirmiş olmasından dolayı ayrı bir öneme sahip bir kişi. Türbeye giriş bir kalasla başlıyor ve Müslüman olmayanlar giremez yazılı bir levhayla karşılaşıyorsunuz. İlerledikçe mermer bir avlu, çinilerle süslü duvarlar, sessizlik ve tuhaf bir huzur sizi kaplıyor. Türbeye doğru yaklaştıkça Kuran-ı Kerim duymaya başlıyorsunuz. Fatiha okuyup, türbe ziyaretimi sonlandırdım ve halkın arasına karışmaya karar verdim. Küçük bir kasaba ve hayat hep aynı. Sokakta misket oynayan çocuklar, alış veriş yapan kadınlar, kahvelerde oturup çay içen adamlar. Ellerinde kitaplarıyla okula giden yada dönen öğrenciler. Telaş, koşturma, yüzlerde bıkkın ifade. Yan yana manavlar, kasaplar, bakkallarla dolu dar merdivenli yoldan otobüse giderken burayla ilgili hatırlayacağım bunlardı. Bir de burnumdan uzun süre gitmeyecek sandığım kesif koku. Et kokusu…Nefis bir kuskus ve bolca meyve, üzerine nane çayı öğle yemeğimizi oluşturdu. Yemeğin ardından, Saraylar şehri olarak bilinen 17.yy da Kral Moulay İsmail tarafından kurulan Meknes’e, Sarı şehre ulaştık.. Yine sokaklarda koşturan çocuklar, yine yüzleri kavruk, hüzünlü insanlar. Her şehre girişte bizi bekleyen duvarlar burada daha da uzuyor ve sizi de sarıyordu sanki. Dünyanın en büyük yapay havuzu Mekneste. Havuzun bende uyandırdığı etkiye gelince… Don nehri kıyısında oturup, soğuk geceler ve günlerde uzun cümleler kuran Rus yazarlar, bu havuzun yakınında kim bilir neler yazarlardı? Komik biliyorum ama etrafında sarı sütunlar, beyaz evlerle çevrili bir havuz bunu düşündürdü. İçindeki balıkları avlamak yasakmış. Küpeşteye dayanıp balıkları seyretmek serbest :) Meknes’ten Fes’e doğru yola çıktık. Otelimiz Fes’i tepeden görüyordu, yakınından bir tren yolu geçiyordu. Ertesi sabah bizi içinde binlerce büyüklü küçüklü dükkanın, yan yana toplandığında kmlerle ifade edilen uzunluktaki sokakların bulunduğu Fes Medinası bekliyordu. Nihayet iki gece konaklama yapabilecek, bavullarımızı açıp, yerleşebilecektik. Akşam yemeği sonrasında yine yerel rehberler ve bizim rehberler, Necati Rehberin tabiriyle REHBERAN TAKIMI (Cemil Kuran, Necati Oğuz ve Uğur Akça isimler alfabetik sırada yazılmıştır) sohbet ediyorduk. Uğur rehber masada birden geriye doğru kollarını kaldırıp arkaya doğru gerindi ve Fas’ta kış dedi. Yerel rehber Aziz de dönüp, Fasta kuş Fasta kuşşş dedi. Uzun süre gülmemize ve döndükten sonra da birbirimize Fasta kış diye seslenmemize ve güzel günleri anmamıza sebeptir, Fas’ta kış.
4. gün Fes… Kazı sırasında bulunan altın kazmalardan adını alan Fes’i dolaşmaya kralın buradaki sarayından başladık. Yine güzel avlular ve inanılmaz güzellikteki kapılar ve süslemeler bizi bekliyordu. Ardından ünlü Fes Medinası. Üstü tamamen kapalı olan çarşının sokakların toplam uzunluğu 90 km, dükkanların sayısı 13 bin. Her yerini dolaşacağım diyorsanız 5-6 gün ayırmanız gerekiyor ve yanınızda mutlaka bir rehber bulundurmanız. Alış veriş yapıp iki kişinin zor geçebildiği ara sokakları dolaşırken çok rahattık çünkü bizi güvenli bir gezi için koruyan özel kişileri vardı. 120 kişilik grup ikiye ayrılmıştı. Gezinin sonunda ne gruptan kaybolan ne de bir şeyini kaybeden vardı. Çarşının sonunda ise bizi rengarenk gelin-damat tahtları bekliyordu. Düğünlerde kullanılan lame, dore, renkli kumaşlı vb. maddi durumunuza göre boy boy çeşit çeşit tahtlar var. Çok keyifli bir medina gezisi sonunda her zaman yaptığım gibi ilk gördüğüm kahveye kendimi atıp, dinlendim. Gezdiğimiz bütün şehirlerde ve yolda mola verdiğimiz yerlerde deli gibi kafein bağımlısı insanları görüyorsunuz. Bol şekerli nane çayının yanında kahveyi de çok tüketiyorlar. Öğle yemeğindeki serbest zamanı halkın arasında geçirdim. Yine yabani turunçlarla dolu caddeler, yine kapılar, pencereler ve arkasında saklı hayatlar. Bir üniversite bahçesi, bir de kültür sarayı dolaştım. Birkaç pavyon önünden ürkerek geçtim. Mc Donaldsda bir şeyler atıştırıp günün diğer gezileri için yola koyulduk. Tabakhaneler ve kumaş dokuma atölyeleri. Kocaman gözlü Tayyible burada tanıştım. Abisi Mesihle birlikte poz verip birkaç dirhem kazandı. Nefis kokuları takip edip bir de fırın gördüm. Ateşin olduğu yer zeminle aynı hizadaydı,fırıncı birkaç basamakla fırınla aynı hizade, fırına ekmek atıyordu, kurabiyelerini pişirtmek için sırada bekleyen kadınlar vardı. Sokaklarda okuldan dönen çocuklar… İlerledikçe büyük bir parkı ve etrafındaki arabaları ve kızlara kur yapan gençleri görünce, aşk her yerde diyorsunuz. Tekrar otobüslere binip bu sefer Fes’i panoramik izleyebilmek için en yüksek noktaya çıktık. Toparlanıp otele döndük. Yemek sonrası otelin altındaki pavyonda Fas türküleri, şarkıları dinleyip, eğlenceli zaman geçirdik. Benim için keyifli olan an, dansöze para taktığım zamandı. :)
5. gün Otobüs Yolculuğu… Bu güzel, keyifli şehre veda edecek ve bütün günü otobüste geçirerek 500 kmlik Fes-Marakesh yolunu alacaktık. Yolda bizi kim bilir neler bekliyordu.
Sedef kakmalı oturma grubu olan penceresinden Fes’i izlediğim sevimli odama 07.25 de veda edip, 10 saat süreceğini tahmin ettiğimiz yolculuk için ruhen hazırlandım. Mutemadiyen yiyerek, içerek, arkada bıraktığımız yola bakıp hiç bitmeseydi diyerek, zeytin ağaçları, koyunlar, karla kaplı Atlas Dağları, molalar, kahveler, boğazımdaki şişlik, geçtiğimiz küçük kasabalar, öğle yemeği arası, yine muhteşem portakallar ve mandalinalar, sıcak insanlar, sevimli çocuklarla dolu saatlerini özleyeceğim bir otobüs yolculuğu yaptım. Bizim otobüsümüz, 28lik olanlardandı ve bunun en güzel yanı her şeyi paylaşmaktı. Neşeli sohbetler ve değişik ikramlar :) Grubun en küçüğü 3,5 yaşındaki Beyza Nurla otobüsün arkasında kikirdeyip, oyunlar oynayarak günün nasıl bittiğini anlamadım. 2 gece konaklayacağımız otelimize ve Marakesh’e kavuştuk. Biraz dinlenip, yemek sonrası casinoya gittim. Elbette ayırdığım paranın fazlasını kazanıp, ardından hepsini kaybettim.
6. Gün Marakesh…
Kırmız şehir Marakesh gezimiz, Bahia Sarayı ile başladı. Bahia’nın kelime olarak güzel anlamına geliyor. Devrin Veziri Bou Ahmed kendisine ilk erkek çocuğunu veren eşi için 19.yüzyılın sonralarında yaptırmış bu güzel sarayı. Yapımı 14 yıl sürmüş. Ne yazık ki içinde hiçbir şey kalmamış. Fransızlar ne var ne yok Lourve Müzesine taşımış. Ellerinden gelse saraya tekerlek takıp götürürlerdi diye düşündüm. Tavan süslemeleri harikaydı ve vaktiyle yeri kaplayan halılarla aynı desenmiş. Muhteşem kapılar, yaz bahçesi, bütün saray halkının toplanıp yemek yediği büyük avlu, güzel odalar… Ama ne yazık ki görebileceğiniz bir şey olmaması içinizi sızlatıyor. Bir ailenin hiçbir şeyinin kalmaması ve buna şahit olmak içimi burktu. Saraydan sonra Saadi mezarlarını ziyaret ettik. 16. yüzyılda hüküm süren Saadi Kralları ve akrabaları için yapılan bu mezarlar, Sultan Mulay İsmail tarafından surlarla çevrilmiş. Bütün Saadi kalıntılarını yok eden Sultan Mulay İsmail, bir kraliyet mezarlığı olduğundan saygısızlık etmek istememiş ama etrafını duvarlarla çevirip gözlerden saklamış. Dar bir yoldan ulaşılan mezarların üzeri geometrik desenli taşlarla kaplanmış. İki tane mermer mozale var. Erkekler ve kadınlar ayrı yerlerde defnedilmiş. Metrelerce uzayıp giden tek kökte 5 gövdeyi barındıran bir de palmiye ağacı. Ölüm ve sonsuzluk… Mezarlıktan çıkıp, dünya işlerine kaptırdık kendimizi, alışverişe yani. Oturup tajin yemeyi düşünürken, geleneksel nane çayı bardaklarının yanında buldum kendimi. Kimyon, kişniş, tarçın, zencefil, safranla hazırlanan etler, tajin ismi verilen özel toprak çömleklerde sebzeyle birlikte pişiriliyor. Konik başlıklı bu toprak kaplar, düşük ısıda harika bir lezzete kavuşturuyor içindeki malzemeyi. Sokaktaki muhteşem koku başınızı döndürürken kendinizi başka bir şeye odaklayamıyorsunuz. Öğle yemeğinden önce biraz da Souk (çarşı) dolaşalım dedik. Djemaa el fnaa meydanına göz ucuyla bakıp, orada geçireceğim hareketli saatleri düşünüp klasik çarşı Pazar dolaşmasını yaptım. Marakesh şehrinin en büyük camisi, 1120 yılında inşa edilen Koutobia Camiine girmek kısmet olmadı. Çünkü Kral Hasan, camilerin sadece ezan okunduğunda kapılarını açılıp, namaz bitince kapatılmasını emretmiş. Fanatik dincilerin camilerde toplanıp, olay çıkarmasını engellemek için alınan bu önlem nedeniyle bazı camilerin kapıları hiç açılmıyor, bazılarının da çılıp kapanması bir oluyormuş. Camilerin minareleri dikdörtgen şeklinde ve hepsinin tepesinde 3 tane metal yuvarlak var. Bunlar büyükten küçüğe doğru sıralanıp, Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Yahudiliği temsil ediyorlar. Sadece bir yerde, Fes’te olduğunu sanıyorum tepesinde 4 yuvarlak olan bir cami vardı. Sebebine gelince, devrin sultanı bir gün eşinin bir yalanını yakalar ve ibret olsun diye bütün mücevherlerini eritip, top şeklinde bu caminin minaresine koydurur. Minarelerin tepesinde ayrıca tahtadan bir düzenek var. Duymayanlar için yapılmış şöyle ki, ezan saati tahtaya renkli bir bez bağlıyorlar ve insanların namaz vaktini anlaması sağlanıyor. Koutobia Camisinin karşısında Atlas Dağları manzaralı bir kafede tajin yiyerek, ince bağırsak dolmasının tadına bakarak zamanı durdurdum. Herkes bir yerlere dağıldı. Kahvemi içip şehri dinledim. Ezan sesi, korna sesi, kuş sesleri, at arabalarının tekerlek sesi, insanların sesi, hayatın tüm sesleri. O koşturmalar içinde fırsatını bulup da dinleyemediğim yeni bir ülkenin, başka hayatların sesi. Fasta yaşayan bir Almanla sohbet ederek grubun toplanmasını beklerken, herkesin çarşıya dağıldığı öğrenip kendimi, renklerin, keşmekeşin, kayboluşun içine yani djemaa el fnaa meydanına bıraktım.
Djemaa El Fnaa Meydanı… Şehrin merkezinde, çarşının yanında,kocaman bir alan. Kobra ve maymun oynatanların, el ve yüz kınası yapan kadınların, falcıların, akrobatik gösterilen yapan, dans eden, etnik müzik çalan grupların bir arada bulunduğu bir yer. Faytonların yanından geçerek ulaştığım meydanda fotoğraf çekmeye çalışırsanız her bir kare için 20 dirhemi gözden çıkarmanız gerekiyor yada benim gibi başkalarının arkasına saklanıp gizlice bir iki fotoğraf çekebilirsiniz. Portakal suyu satanlarla çevrili. Her seyyar satıcının bir numarası var ama yemekler ne kadar sağlıklı bilinmez. Yabancı turistler kadar Faslılar da orada. Yemekler sanırım onlara göre hazırlanmış. Çorbalar, etler, baharatlı pilavlar, salyangozlar var. İşte en kötü kokan. Kalabalıktan ve kokulardan başınız daha da dönüyor. Bu meydan sabaha kadar bu şekilde. Yeniden çarşıya gidip sıkı bir pazarlıkla aldığımız güzel aynayı kolumun altına sıkıştırıp, fal baktırdım. Falı bakan Arapça söyledi, bir diğeri Fransızca Uğur’a aktardı, Uğur da bana tercüme etti. Tamamen uydurma olduğu düşündüğümüz falın ardından, elime de kına yaptırdım. Ben ayrıldığımda hava kararıyordu ve insanlar akın akın meydanı dolduruyordu. Siz yine de çanta ve cüzdanlara dikkati elden bırakmayın. İster istemez dikkatiniz dağılıyor. Falın verdiği mutlu mesut
İfadeyle otele döndüm. Geceye hazırlanmak ve dinlenmek için vakit bile kalmıştı.
Chez Ali Show.
Hayalini kurduğum yerde bağdaş kurup, elle tepsi içinden yenilecek bol baharatlı Fas yemekleri yerine, sıradan bir çadırda, sıradan bir sofra düzeniyle sıradan bir kuskus ve meyveyle geçiştirilen akşam yemeği oldu. Masayı paylaştığım seyahat arkadaşlarımla keyifli hal aldı. Yemek sırasında çeşitli Berberi kavimleri ifade eden her biri farklı renkte kostümlerle şarkı söylüyorlar, dans ediyorlar. Aynı kişileri girdiğiniz andan çıkana kadar görüyorsunuz. Berberilerin bütün kavimlerinde farklı dil ve lehçeler konuşulduğundan, etnik sesler duymak rahatsız etmiyor. Hala geleneklerini ve dillerini koruduklarını bilmek, çıkan tuhaf sesleri sevmenize sebep oluyor. Kapıdan girerken kolunuza giriveren iki kadınla çekilen fotoğraf sevimsiz bir durumdu. Poz vermenize vakit bile kalmıyor. Yemekte 20 dirhem karşılığı satın alıyorsunuz fotoğrafı. Gösteri bitip de giderken fotoğrafın tanesi 5 dirheme kadar iniyor. Yemekten sonra serin bir gece, çöl soğuğu, sesler, ışıklar, hareket ve muhteşem şov. Atların gösterisiyle başlıyor şov. Geniş bir alanın etrafı tribünlerle çevrili, beton zemin soğukta daha da soğuk olduğundan herkes ayakta izledi ama bir yerlerden halı kilim bulup oturanlar da yok değildi. At üstünde akrobasi, develerin gösterisi, atla ateş etme, tahtırevanda gelen dansöz, düğün alayı, bütün dans eden, şarkı söyleyen grupların selamlama geçişiyle bir saati nasıl geçirdik anlamadım. Havai fişek gösterisi gerekir miydi bilemem. Yine başarılı bir şovdu. Girişi bir o kadar hızlı olan gecenin sonunda Ali baba ve kırk haramiler tarzı bir mağarada anlamsız bulduğum fotoğrafı suya düşürüp, zaten istememiştim dedim :) Duvar boyu kobra maketiyle vedalaşıp, otele döndük. Son gece ve sabah istediğimiz saatte kalkacak olmanın sevinciyle casinoya attık kendimizi. Yine kaybedip otele döndük. 7. gün Casablancaya yolculuk.
Kahvaltı sonrasındaki serbest zamanı, Cuma namazı için gidenlerin peşine takılıp meydanda oyalanarak, sonrasında da otele dönüp odamı boşaltıp, küçük Beyza Nurla cilveleşerek geçirdim. 14.30 civarı Casablanca’ya doğru hareket ettik. Günlerin yorgunluğu ve tatilin bitişi, geride bıraktıklarım, güzel günler otobüste geçen bir haftayı yeniden hatırladım. Hukukçular Derneğinin 120 kişilik gezisinde dışarıdan katılan tek kişi olarak, beni de aileye aldıkları için sevgi ve saygılarımı ve dostluğumu kabul etmelerine olan sevincimi belirttiğim, gezi izlenimlerimi de kattığım uzun bir de konuşma yaptım. İlk geldiğimiz gün kaldığımız oteldeydi geceleme. Yemek sonrası Hyatt Oteldeki, Casablanca filminin afişleriyle donatılmış, ortada bir piyano ve Faslı bir müsizyenin olduğu Casablanca Bara gittik. Casablanca isimli biralarımızı içip, 3-4 defa My Way’i dinleyip, rehberan takımıyla keyifli bir gece geçirdik. Hiç uyumak istemedim, son dakikasına kadar değerlendirmekti amacım ama uyku beni eline geçirmişti bir kere. Yataktan sürünerek kalkıp, havaalanına gidiş yolunda da uyuklamaya devam ettim. Uzun rötar sonrası akşama doğru İstanbul’a ulaştık. Bütün grup toplanıp hatıra fotosu çektirdik. Belki bir gün başka bir gezide karşılaşırız umuduyla ve güzel dileklerle vedalaştık.
Gezip gördüm, yedim içtim. Bir hafta boyunca ne ailem, ne işim, ne İstanbul, ne GS. ne arkadaşlarım... Sadece Fas vardı hayatımda. Casinoya gidip para kaybettim, alışveriş için para bozdurdum alışveriş yapacak vaktim kalmadı, free shoptan alırım diye düşünürken Türkiye’de bir şey ifade etmeyen 460 dirhamsle ülkeye döndüm. Bir dahaki sefere diyerek saklayacağım paraları. Çünkü hala aklımda Fas’a giderken uçakta seyrettiğim görüntüleriyle bizim Bodrum, Marmaris gibi olduğunu hissettirse de Agadir var. Okyanus kenarında ikinci yaz tatilimi geçirme düşüncesiyle gözlerimi yumup, oraya yeniden dönüyorum. Fas’tan duvarlar, kapılar ve pencerelerin arkasına saklanmış hayatları, renkleri, kokuları, seyir zevkini, seslerin arasında sessizliğin sesini, tajini, kuskusu, muhteşem kokulu portakal ve mandalinaları, mümkün oldukça şekersizini bulmaya çalıştığım nane çayını geride bırakıp dönmeyi hiç istemediğimi hissettim gözlerimi kapayınca. Gel sana burada bir iş bulalım olmadı evlendiririz de diyen yerel rehberlerimizi dinlese miydim acaba